Menü

 

Toplumsal mücadelenin açmazları üzerine tespitler, öneriler

Gülseren Yoleri – Avukat-İnsan hakları savunucusu 

Yerel seçim sonrası demokratik mücadele alanının potansiyel olarak genişlediği ve başarılı bir demokratik mücadele için demokrasi güçlerinin birliğinin sağlanması gerekliliği üzerinden başlatılan tartışmalarda bugüne kadar söylenen her şeyde bir doğruluk payı var tabii ki. İnsan Hakları Derneği olarak biz de yıllardır buna kafa yoruyoruz ve yazının sonuç bölümünde buna dair önerilerimizi paylaşacağım. Ancak kim kiminle hangi düzlemde birlik sağlayabilir sorusunu cevaplamaya çalışmadan evvel, içinde bulunduğumuz gerilemenin nedenlerinin tespit edilmesi gerektiği fikrinden hareketle, sorunun tarihsel arka planını da gözeterek bir değerlendirme yapmaya çalışacağım, “bu noktaya nasıl geldik” sorusuna cevap arayacağım. Bu değerlendirmede dış etkenler, örgütlerin yapısal sorunları, platform, güç birliği vb deneyimler üzerinden birlik sorunları ve toplumsal mücadele içindeki bireylerin durumu genel çerçevede ayrı ayrı değerlendirilmeli ve “yeniden ayağa kalkmaya mecali var mı?” sorusuna, olumlu cevap verebilmeyi mümkün kılacak önerileri de içerir şekilde cevap aranması gerektiği fikrindeyim.

Evet pek çok soruna dair tartışmalar devam ediyor, ancak dünden bugüne tartışmaların sonuç alıcı etki yaratması noktasında üzerinde pek konuşulmayan üç önemli soruna öncelikle dikkat çekmek isterim; İlki, tartışmalar genellikle soyut bir düzlemde, kendimize değil dışımızdakine bakarak ve “denge” gözetilerek yapılıyor. Bu da iki önemli sonuç doğuruyor. Denge gözetilmesi eleştirinin sınırlanması ve bazı sorunların tartışma dışı kalması ile sorunlara çözüm arayışının önünün baştan kesilmesi demek. İkincisi kendimizi eleştirilerin dışında tutma hali ki bu durum doğru eleştirilerin de yerini bulmasına engel oluyor, çünkü bir savunma mekanizması olarak belki, ki bunu alanın uzmanları daha iyi tanımlayacaktır, kimse kendine yakıştırarak tartışmıyor, gerçek, yapıcı bir özeleştiri süreci işletilmiyor. “Dışımızdakiler” de “önce kendine bak” yaklaşımı ile eleştirileri daha baştan etkisizleştiriyor ve dolayısı ile yerini bulmayan bu eleştiri ya da öneriler bir değişim yaratma gücüne erişemiyor, her şey lafta kalıyor bir anlamda. İkincisi, tartışmalara yenik başlıyoruz. Argümanlarımıza gerçek manada güven kalmamış, mücadelenin başaracağına dair umutsuzluk yerleşmiş ama bu gerçeği sadece kişisel güvenli ortamlarda itiraf edebiliyoruz. Kamusal alana gelince ki tartışmalar bu alanda kolektifleşiyor, zinhar reddediyoruz bu durumu. Bu da öneri ve eleştirilerin inandırıcılığını zedeliyor. Üçüncüsü, değersizlik, çaresizlik, umutsuzluk girdabına düşmüş, mücadele enerjisi kalmamış önemli sayıda kişi halen demokratik kurumların karar mekanizmalarında yer almaya devam ediyor. Birey kolektifin bir parçası olmaktan çıkıp kolektifi kendisine yedekliyor ve mücadeleyi farkında olarak olmayarak geriye çekiyor.

Bu tespitlerden hareketle, birazdan ve demokratik alandaki kolektif ve kişisel deneyimlerimden yola çıkarak anlatmaya çalışacağım üzere; toplumsal mücadelenin ve mücadelede birliğin açmazları sadece dışarıdan izlenebilen faaliyetlerde kendisini gösteren yol, yöntem, anlayış sorunu değil. Mücadelenin öznelerinde, kurumsal yapılarda ve hatta doğrudan insandaki/bireydeki değişime ve yıpranmaya bağlı sorunların da hatta öncelikle bu sorunların irdelenmesi bugünün temel ihtiyacı haline gelmiş durumda, diye düşünüyorum. Bu yüzden, yürütülen tartışmalara ek olarak, özellikle bu noktaya, yettiğimce içerden bir kapı aralamak isterim

Toplumsal mücadeledeki gerileme bir anda olmadı malum. Bir sürecin ürünü ve tarihte biraz geri giderek süreci kısaca gözden geçirmek yol açıcı olabilir. Buradan hareketle tevellüdüm de izin verdiğinden 80 darbesine geri gitmek isterim. Toplumsal mücadelenin 80 darbesi ile aldığı tahribat malum ve bu süreci pek çok kişi “yenilgi” olarak adlandırmıştı. Başlardaki suskunluk 80’lerin ikinci yarısına gelindiğinde kısmen atlatılmış, toplumsal hareketlilik kendisini göstermeye başlamış ve bu yenilgi duygusu kırılmaya çalışılırken mücadelenin demokratik alanda çeşitlenmeye başladığı görülmüştü. Demokrasi, insan hakları, adalet, emek, ekoloji, kadın, çocuk, inanç gibi çeşitli başlıklar altında yürütülenleri de dahil toplumsal mücadelelerin, 90’ların sonu 2000’lerin başına kadar yükselen ivmesi, bu tarihten itibaren yeniden düşüşe geçti ve belirgin biçimde kan kaybı yaşanmaya başladı. Mücadelenin gerilemesi olarak ifade edilen bu kan kaybı sadece insan kaynağında yaşanmadı, çalışma disiplini, örgütlenme ve eğitim faaliyetleri, sürece uygun politika geliştirme, mücadele birlikleri gibi konular başta olmak üzere birçok alanda görünür hale gelen bir gevşeme hali olarak hissedildi. Olandan bitenden doğrudan sorumluluk hissetmeme, bir misafir ruh hali ile mücadelenin sürdürüldüğüne tanık olduk yer yer. Tarih 2010’lara yaklaşırken revaçta olan platform ve mücadele birlikleri de daralmaya başladı ve etkisizleşti. Yine hatırlayanlar olacaktır 40 örgüt imzası 20 kişiyle yapılan açıklamaları.

Özellikle 2010’dan bu yana bu kan kaybının artması ve 2015-2016 sürecinde yaşanan ağır toplumsal travma toplumsal mücadelenin gerilemesinin ötesinde bir tehlikeyi gün yüzüne çıkardığı için, bu tarihten itibaren önce durumu açıklama, sonra tehlikeyi tanımlama ve aşma çabasını ortaya koyan tartışma süreçleri yaşandı değişik mecralarda. Hatırlanacağı üzere bu süreçte, toplumsal mücadelenin her alanında karşılaşılan sürekli ve artan dozda ve giderek insanlık dışı olmaktan hukuk dışılığa gelişen baskı politikalarının en büyük tehlikesinin öğrenilmiş çaresizlik olacağı tespitleri yapılmıştı yer yer. Fil, pire, kurbağa deneylerini hatırlarsınız.

Ancak dar alanlardan çıkamayan bu tartışma kısa sürede yerini yine aynı darlıkla toplumsal mücadelenin genel ihtiyaçlarına bıraktı. Eskidiği ve işe yaramaz hale geldiğinde neredeyse görüş birliğine varılan yol, yöntem ve araçların yerine yenileri aranmaya başlandı. Çünkü neredeyse herkes söz birliği yapmışçasına, basın açıklamalarının, mitinglerin, panellerin, raporların, konuşmanın, yazmanın aklınıza gelen ve yaygın kullanılan bütün mücadele araçlarının miadını doldurduğu konusunda hemfikir olmuştu. Üstenci bir tonda her yerde duyulmaya başlanan bu eleştirilere kısa sürede bir eylemsizlik hali bir sessizlik de eşlik etmeye başlamış ancak bu durumu açıklama arayışı çoğunlukla dışarıya yönelik eleştirilerle sınırlı kalmıştı. Kendine yönelik eleştirilerde de hep dış etkenler suçlanıyordu. Mesela; devlet zaten kötüydü, diğer derneklerin kurumların iş yapmaya niyeti yoktu, projecilik mücadele ruhunu öldürüyordu, üyelerle genişlemek mücadeleyi hantallaştırıyordu, bazı kurumlar avamdı ve hatta bizim halk zaten aptaldı gibi birçok cümle hepinize tanıdık gelecektir.

Kimileri tarafından avam sınıfında görülen İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak mücadeledeki bu tıkanmayı sorgulamak maksadıyla bu dönemde “mücadelede yeni yol yöntem arayışları” konulu tam beş çalıştay yaptık arka arkaya. Cesur bir şekilde içimize dönüp eskiyenin yerine koyacak “yeni” yol, yöntem, araç aradık durduk. Ama bulamadık. En yaratıcı olanlarımız örgütlenme faaliyetlerinin güçlendirilmesi, gençleşme, sosyal medyanın etkin kullanımı ve benzeri teknolojik olanaklarla etkinlik artırmaktan söz edebilmişti ama ötesi yoktu. Bu, oldukça sarsıcı bir durumdu esasında. Düşünsenize, mücadele etmek istiyorsunuz ama işe yarar bir araç yok elinizde. Eskilerle idare edeyim deseniz bu da zor, çünkü size inanmayan gözler ve sözlere katlanmak zorunda kalıyorsunuz ve üstüne üstlük giderek alana ilgi ve katılım azalıyor.

O dönemde, sorun keşke bizimle sınırlı olsaydı dedik ama değildi, gördük ki ne kadar kabul ettiklerini bir kenara koyarak, demokrasi güçlerinin hepsi aynı durumdaydı. Nitekim 1 Eylül Dünya Barış Günü gibi en kolay bir araya gelinebilecek bir talebin, alanı dolduramazsak kötü olur denilerek 2018 de önce Bakırköy Özgürlük Meydanı’na sonra da Kadıköy Rıhtım Meydanı’nda bir basın açıklamasına sıkıştırılması bu sürecin ürünüdür.

Bu süreçte, açmaz derinleştikçe iki yönelimin öne çıktığını görüyoruz. Güçlü yönelimi, gittikçe artan daralma, sessizleşme ve bir özgüven, inanç, umut yitimi olarak öne çıkan, sert bir ifade ile teslimiyet olarak tanımlayabiliriz. İkincisini, yer yer bu durumu yeniden tartışan, soruna yeniden cevap arayışlarında gördük. Ancak, bu defa da tartışmalar sivil alanın daralması üzerine yoğunlaşmış, yine yeniden dış etkenler konuşulmaya başlanmıştı. Baskı yasaları, baskı politikaları, ekonomik baskılar, vs. vs. Bu süreçte diğer ülkelerdeki durum zayıf da olsa tartışma gündemine girmeye başladı.

Sivil Toplum ve Demokratik Gerileme Geçmişten Çıkarılacak Dersler, Bugünün Eleştirisi ve Geleceğe Dair Öngörüler adıyla 2022 Mayıs’ında TOHAV’ın gerçekleştirdiği uluslararası konferans benim için farkındalık bakımından oldukça yararlı olmuştu. Bu konferansta dinleme fırsatını bulduğum 10 ayrı ülkeden sivil toplum temsilcisi, konuşmalarında, temel sorun, sorular ve cevaplarda sanki kopyala yapıştır yapmış gibiydi ve şaşırtıcı olan bizimle aynı şeylerden söz ediyorlardı. Anlaşılan, diğer ülkelerdeki durum hiç de bizden farklı değildi. Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya her yerde sivil alan daralmış, aynı sorunlar, aynı sorular ve aynı cevaplar verilir olmuştu.

Uzaktan tahmin edilmesi güç bu durum, meselenin uluslararası bir mesele olduğunu da somut olarak ortaya koyuyordu. Anlaşılıyordu ki mesele küreseldi. Ama nasıl? Nasıl oluyor da demokrasi, hukuk, vb noktalarda bize göre iyi durumda olan bu ülkelerde aynı sorunlar aynı açmazlar yaşanıyordu? Evet, neoliberalizm, işte o fail diye düşünmüştüm o zaman.

Tıkandığımızı düşündüğümüz “yol, yöntem” yerine yeni bir şey koyamadığımızın anlaşılmasından sonra bu ikinci önemli farkındalıktı esasında.

Mesele küreselse cevapları da oralarda aramak gerekirdi ve tam bu noktada bu cevap arayışları da gerçek manada dışa açılmış oldu ama yine çok sınırlı bir çevrede. Hatta neredeyse bireysel düzlemi çok da aşamadı diyebilirim bu tartışmalar. Çünkü küresel ölçekte devam eden bu tartışma neoliberal politikaların birey dahil mücadele güçlerine etkilerini de tartışmayı gerektiriyordu ve yine bu noktadan kaçmayı yeğliyordu ekseriyet.

Bu arada, ilişkide olduğumuz uluslararası bir insan hakları kuruluşunun Ortadoğu temsilcisi ile yaptığımız bir görüşmede, diğer ülkelerdeki duruma ilişkin görüşlerini almak için yönelttiğim sorulara verdiği cevaplar da meselenin küresel boyutunu ortaya koyar nitelikteydi, ancak tartışma başka bir noktayı daha açığa çıkarmıştı. Mesele küreseldi ama herkes bunu yerel bir ölçekte değerlendiriyor oradan cevap arıyordu. Yine özellikle Ortadoğu ülkelerinde kendi halkına güvensizlik vardı ve “bu milletten bir şey olmaz”, “bu halk aptal” diye ifade ediliyordu bu sık sık. Dolayısı ile toplumsal mücadele alanı üstenci bir dile sahipti.

Bu aşamadan sonra sorular da cevaplar da hareketlenmiş oldu kafamda. Kapitalizmin, savaşın yıkıcılığı ve sosyalist sistem korkusu ile yöneldiği insan hakları, özgürlük ve demokrasi fikrinden ve bu tutku ile gelecek hayali kuranlardan kurtulmak için uzun vadeli planları vardı doğal olarak ve bu planını neoliberal politikalarla hayata geçiriyordu. O zaman üzerinde bu kadar düşünmemiş olsam da 1981 de fark etmiştim ilk olarak, Marksist felsefenin temel eserlerinden birinde öyle temel konularda birbirine zıt çeviriler yapılmıştı ki, farklı yayınevlerinden çıkmış aynı kitabı okuyanlar birbirimize girmiş, anlaşamamıştık ve hepimizin dayandığı kaynak aynıydı. Durum anlaşılınca da o meseleyi tartışma kapsamı dışına çıkarıp öylece kurtulmuştuk kaostan. Neoliberal politikalar önce insanın bilgi ve anlam dünyasına müdahale etmişti, insanlık tarihinin ve mücadelenin evrensel temel kavramlarına dahi farklı farklı anlamlar yüklenmesini sağlayarak ortak dil ihtimalini ortadan kaldırmıştı. Halen de var ama o sıralar daha revaçtaydı “Bana göre” diye başlayan cümleler. Mesela “bana göre sosyalizm”, “bana göre feminizm” diye başlayan cümlelerle tanımlar yapılırdı. “Dayanağın ne” sorusuna “ben böyle düşünüyorum” der geçerdi insanlar. Net hatırlayamamakla birlikte 2009-2010 gibi 30 kadar avukat bir araya gelmiş, süreci değerlendirerek bir deklarasyon yayınlayalım demiştik. Fikir güzeldi, ama bildiri taslağı hazırlanırken barış, savaş, özgürlük, hukukun üstünlüğü, demokrasi, eşitlik gibi kavramlara farklı anlamlar yüklediğimiz ortaya çıktı, anlaşamadık. O çalışma da kadük kaldı.

Mücadelenin önemli kazanımları tarihsel bağlamından koparıldı bu arada. Örneğin; 8 Mart ve 25 Kasım’ı anlatırken bile Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu kararları referans olarak kullanılır oldu. Bu masum bir hareket değildi tabii ki. Mücadelenin kazanımlarının ardındaki enerjiyi, emeği hiçleştiriyor ve kazanımlarımızı, örneğin BM’nin yani haklarımızı her fırsatta ihlal eden devletlerin bir lütfu haline getiriyordu fark ettirmeden. Bunun nasıl bir etki yaratacağına dair örneği yine kendimizden vermek isterim. Örneğin İnsan Hakları Derneği olarak, halen düştüğümüz her zorlukta, 12 Eylül sonrası özellikle kadınların hapishanelerdeki işkence ve ölümlere karşı yürüttükleri o zorlu ancak bir o kadar da kararlı cesur mücadeleden güç alıyoruz. Ve bu mücadele tarihimiz bizi, her zorlukla baş edebileceğimize dair bir inançla güçlendiriyor. İşte bu olanak elimizden alınıyordu mücadelenin tarihsel bağlamından koparılmasıyla.

Yine 90’ın başlarında daha, yoğun tartışmalar olmuştu hatırlayanlarınız olacaktır; Birey mi toplum mu? diye. Birey olarak, militarist bir yönetimin baskısı nedeniyle kişisel gelişimimiz baskılandığından ve özgüveni düşük bir kültürün parçası olduğumuzdan yararlı da olmuştu, ama diğer yandan bireyi güçlendirmek adına bireyin kendisini merkeze koyduğu ve her şeyi kendinden menkul zannettiği bir dünya pohpohlanmıştı. Öyle ileri gitti ki, birey, mücadele tarihini bile kendiyle başlatır oldu. Öncesi deneyimler, mücadeleye verilen emek, yaratılan değerler bile hiçleşiyordu bu yaklaşımla. Birkaç yıl önce daha, 38 mücadele yılını geride bırakan derneğimize yeni katılan bir arkadaşımız, iki yıllık deneyimi üzerinden “dernekte gelenek bu biz hep böyle çalışıyoruz” demişti mesela.

Sonra mücadele araç ve yöntemleri değersizleştirildi. Bu öylesine sert bir değersizleştirmeydi ki; geçmişi de içine aldı. Söylerken bile içim acıyor ama bazı toplantılarda geçmişte yapılanlar için ”çöp” dendiğine tanık oldum. Bu durum bizi sadece kendi emeğimize ve kazanımlarımıza yabancılaştırmakla kalmadı, içine düşürüldüğümüz çaresizlik duygusu ile büyüyen umutsuzluk, idealin de değersizleşmesine, anlamını kaybetmesine vardı nihayetinde.

Her türlü kolektiften uzaklaşarak, içinde dursa bile uzaklaşarak giderek yalnızlaşan insan, kendine güvenini ve kendisini hayatta tutabilecek mücadele azmini, kendisini merkeze koyarak yeniden diriltmek çabasına girdi. Şimdi herkes en mağdur ama mağrur bir şekilde kendi mahallesinde mücadele etmeye devam ediyor. Herkes kendisinin en doğru, en başarılı, en takdir edilesi olduğundan emin. Herkes birileri ona gelsin diye bekliyor. Mücadeleyi büyütmek, ortak idealler oluşturmak hedefi ise sadece sözde.

Haksızlık ediyorsun diyenler olacaktır. Değil, sadece biraz sert belki. Ama bugün değilse ne zaman yüzleşeceğiz bu gerçeklerle. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya isimli kitabını geçenlerde yeniden okudum ve metro durağında beklerken son satırları okuyup kitabı kapattıktan sonra etrafıma, bekleyenlere bakıp, şimdi biri çıkıp sorsa, güvenli, sağlıklı, mutlu bir hayat mı özgürlük mü diye, büyük çoğunluk ilkini seçer diye düşündüm. Haksız mıyım?

Peki ne yapacağız? Bu sorunun yanıtını tam olarak verebilmeyi çok isterdim ama sadece deneyimlerim üzerinden birkaç noktaya vurgu yapabilirim.

Öncelikle toplumsal mücadele alanına yönelik tehditlerin ve bu tehditlerin ideolojik arka planının doğru analizine dair çalışmaların,

– Maruz kaldığımız küresel saldırının doğru anlaşılmasına, dolayısı ile mücadele hattımızın buna göre belirlenmesine dair çalışmaların,

– Küresel saldırıya karşı küresel bir karşı duruşun örgütlenmesine dair çalışmaların,

– Küresel saldırının neden olduğu, ancak bizlerin katkısı ile somutlaşan, yukarıda kaba hatları ile değinmeye çalıştığım yıpranma değersizleşme ve yabancılaşmanın somut tahlili ile ortadan kaldırılmasına dair çalışmaların, -(ki bu başlıkta özellikle bir araya gelmemizi zorlaştıran pek çok etkenden söz ediyorum. Burada kısmen ve kısaca açarsak; Örneğin mücadelenin toplumsallaşmasını tehdit eden en önemli etkenlerden biri, kitleselleşmenin sadece nesnel bir durum olarak görülmesi. Öneri, talep ve katkılarını yok sayıp, etki alanlarını daraltarak üyelerimizi ve organlarımızı değersizleştirmemiz, onları bir mücadele öznesi olmaktan çıkarıp nesneleştirmemiz, araçsallaştırmamız. Sokağa çıktığında birkaç kişi olmaktan yakınmayıp sandıkta çok olmakla övünme hali mesela.

– Bir diğer önemli sorun toplumsal mücadele dinamiklerinin güç ve çıkar ilişkisi üzerinden birbirleriyle ilişkileniyor olmaları, bir çeşit hiyerarşik yapı oluşması ve eşitler arası ilişkinin bozulması nedeniyle “yoldaşlık duygusunun zayıflaması. Kulağa kötü gelen bu söylem, örneğin platform ve benzeri birlikleri zayıflatan önemli bir etken bence. “Güçlü” olanın neredeyse her şeyi belirlediği, “güçsüz” olanın arkadan homurdandığı ve giderek gücünü birlikten çektiği, ancak tek başına varlığını ortaya koyamadığı için de pasifleştiği durumlar. Her iki noktada da Demokratik yöntemlerin göz ardı edildiği, ifade özgürlüğünün ve örgütlenme özgürlüğünün yanında eşitlik ilkesinin de çiğnendiği görülmektedir. Üçüncüsü- Değersizleştirme ve eşit ilişkiye engel bir durum olarak mücadele dinamiklerinin birbirlerine üstenci yaklaşımları. Dördüncüsü- Dayanışmaya verilen önemin azalması, dayanışmanın sadece bir araç olarak görülmesi, dayanışma ruhunun, yok sayılması. Beşincisi- özellikle adalet mücadelelerinde ortaya çıkmakla birlikte bütün mücadele alanlarında var olan, kendini merkeze koyma ve ”herkes benimle dayanışsın, çünkü ben en önemli, en haklı, en mağdur ve en cesurum” anlayışı, vb)

Üstte yazdığım ve yapılması gerektiğini düşündüğüm çalışmaların kurumsal düzlemde somut değerlendirme ve değişim hedefi ile yürütülmesi ve kurumun yönetici, üye ve aktivistlerini de içerecek şekilde adımlar atılması yönündeki çalışmaların, (Örneğin; katılım ve katkılarına imkan sağlanması, kendilerini değerli hissetmelerinin sağlanması, – neoliberalizmin saldırılarına ek olarak, maruz kaldığı yoğun travmalar nedeniyle çaresizliğe düşmüş, mücadeleye umudunu ve inancını kaybetmiş kişilerin yönetim kadrolarından, iyileştirici imkanlar oluşturularak dinlenmeye davet edilmeleri. Üyeler ve aktivistlerin aynı nedenlerle uğradıkları sorunların çözümü bakımından güçlendirilmeleri, travmanın kurumsal ve bireysel etkileri ile bu travmayla baş etme yöntemleri konusunda desteklenmeleri, – korku ve endişe yaratan mücadele deneyimlerinden kaçamasak da olumlu ve kazanımla sonuçlanan mücadele deneyimlerinin paylaşılması ve bu deneyimlerin artırılması için politika geliştirilmesi, – kolektif çalışma anlayış ve deneyimlerinin artırılması, -halihazırda yerine yenilerini koyamadığımız mücadele araçlarına yönelik güvensizlik yaratacak olumsuz söylemlerden kaçınılması, vb)

Ve evet son olarak üstte yazdıklarımın üzerine; güçlü bir toplumsal mücadele güçlü bir sahiplenme, güçlü birliktelikler demek. Bu da sadece dayanışmayla olmayacağı gibi, dayanışma da “senle dayanışıyorum” demekle olmuyor. Dayanışmanın gerçek anlamını bulacağı şekilde ortaya konması yönündeki çalışmaların,

– Mücadele dinamiklerinin, kurumlarının bir araya gelerek mücadele gerektiren temel sorun alanlarını belirlemeleri, bu sorun alanlarına karşı mücadeleyi esas programlarına alarak mücadelenin özneleri haline gelmeleri ve bu bağlamda mücadele birliklerinin oluşturulması ile ortak mücadele alanlarının çoğaltılması sağlanarak, kurumların daha etkin bir mücadele hattı oluşturması, böylece temel sorun ve mücadele alanlarının mahallelerimize sıkışması ve ağır bedellere rağmen zayıf etki yaratmasının önlenmesi üzerine politika geliştirilmesi yönündeki çalışmaların, yararlı olacağı fikriyle,

– Bu konular üzerinde çok kafa yormak çok tartışmak mümkün, yapılacak da. Ancak, bugün dünya sisteminin ve insanlığın kritik bir eşikte olduğu düşüncesinden hareketle, üzerinde uzlaşılacak her bir çalışmanın nasıl gerçekleştirileceği yönünde plan ve programlar geliştirilerek, titizlikle hayata geçirilmesi için zaman kaybetmeden adım atmamız gerektiğine vurguyla ve tartışmaya ufak da olsa bir katkı sağlamış olmayı umarak yazımı sonlandırıyorum.

7 Ekim 2024 -İstanbul

Kategoriler:   Birlik Tartışmaları

Yorumlar