Gerçek Somuttur
YA DA BİRLEŞİK EMEK CEPHESİ
Deniz Adalı
“Demokrasi İçin Birlik” (DİB), üç temel soru üzerinden bir tartışma yürütüyor. Birbiri ile de yakından bağlantılı bu üç soru şöyle ifade edilmiştir:
“1- Yerel seçimlerden sonraki süreç, demokrasi güçlerinin birliğine olan ihtiyaç açısından ne tür olanaklar içermektedir?
2- Farklı mücadele alanlarının birbirini güçlendiren bir ittifak zemininde bir araya gelmesi, bunun var olan ittifakları da güçlendiren bir dizilişi nasıl sağlanır?
3- Seçim ittifaklarını aşan ve toplumsal muhalefetin tabanını genişleten ittifakların temel mücadele araçları, hedefleri, taktikleri ve örgütlenme biçimleri neler olmalıdır?”
Soruların, daha geniş bir tartışma hedefi ile, farklı görüşlere olanak sunacak tarzda ifade edildiği anlaşılıyor. Soruların ortak noktası, Saray Rejimi’ne karşı mücadele olarak ifade edilirse, sanırım yanlış yapılmış olmaz. Bu ise, anlaşılacağı üzere, oldukça kapsamlı bir tartışma da demektir. Bu nedenle, sadece sorulara yanıt vermekle yetinmeden, görüşlerimizi kaleme almaya karar verdik. Umarım, sınırları zorlamış olmayız.
Saray Rejimi nedir?
Tartışılması gereken ilk konu Saray Rejimi’nin niteliğidir. Bu niteliği doğru ortaya koymadan, ona karşı mücadele, ona karşı birlikte mücadele de doğru biçimde ortaya konamaz, eksik ele alınmış olur.
Gerçek somuttur. Bu nedenle, somut olarak sınıfların konumlanışını, bunun bir parçası olarak da devletin örgütlenişini ortaya koymak gerekir. Yoksa, tartışmak ve bir mücadele cephesi örgütlemek yerine, havanda su dövmek noktasına gelebiliriz.
Saray Rejimi, sadece AK Parti iktidarı, sadece Erdoğan yönetimi, sadece MHP ve AKP iktidarı demek değildir. Elbette, bu tanımlamalar yapılabilir. Ama bu, sadece öne çıkana, görünene bakmak demek olur ve korkarım ki yanıltıcıdır.
Bugün, dünyanın en gelişmiş “demokrasi”leri olarak örnek gösterilen ülkelere bakalım. Mesela ABD demokrasisi, acaba, nasıl bir demokrasidir? Elbette hepsi burjuva demokrasisidir. Ama tekeller dünyasında “burjuva demokrasisi”, eskisi gibi (1917 öncesindeki gibi de demeliyiz. Zira tekellerin egemenliği ve dünyanın ilk başarılı proleter devrimi sonunda kurulan SSCB, burjuva devlet üzerinde de etkide bulunmuştur) var olmaz. CIA, büyük ölçüde Nazi artıklarını içine aldığında, doğrusu “demokrasi” söylemini anti-komünist mücadele için bir saldırı söylemi hâline getirmişti. Ve bugün, ABD demokrasisi diye bize bir örnek gösterenlere, bizim de, bu demokrasinin nasıl Irak’a, nasıl Libya’ya taşındığını hatırlatma hakkımız olur. Avrupa’nın ortasında Yugoslavya’nın paylaşılması oldukça yenidir ve hafızalardadır. Ama dahası var. ABD tekelleri için bir demokrasi elbette vardır ama sokaklara çıkan işçi ve emekçiler için ya da beyaz olmayan Amerikalılar için bu demokrasinin ne demek olduğunu her fırsatta gördüğümüzü söylemek gerekir. Tüm dünyada savaş ve saldırganlığı körükleyen bir egemenlik, “demokrasinin” en iyisi midir? ABD’nin “demokrasi ve medeniyet” taşıma politikalarının ne demek olduğunu biliriz. Sadece bizim ülkemizdeki karşı-devrim ve darbeleri düşününce bile, Amerikan demokrasisine hayranlığın, ülkemizde bu denli gelişmiş olmasını “akıl yitimi” olarak görmek mümkün olur. IŞİD dâhil, birçok katliamcı çetenin bizzat örgütleyicisi ABD’dir. Dünyada, yeryüzünde, ABD egemenliğinden büyük zararlar görmeyen tek bir ülke yoktur dersek abartmış mı oluruz? Dünyada ABD’nin “çok sevdiği” her kitle, ülke, halk, bunun bedellerini katliamlarla ödemiştir.
Acaba, Avrupa’nın demokrasilerini ele alırsak, tablo çok mu farklıdır? Almanya’da, ilkokullara kadar inen savaş hazırlıkları eğitimi, bir ölçü değil midir? Tüm Avrupa’da Filistin bayraklarının yasaklanmasını unutmayalım. Ukrayna savaşı sonrasında Dostoyevski’nin yasaklanması trajikomiktir ve “Avrupa demokrasisi” konusunda bize bilgi vermektedir. SSCB çözüldükten sonra, tüm bu Batı demokrasileri, iç savaş hukukunu devreye sokmaya başladılar. Fransa’da yasaları rafa kaldıran Macron, sanırım, “demokrasi”nin niteliği hakkında bize bilgi vermektedir. Tüm Batı demokrasilerinde, tüm NATO üyesi ülkelerde Neonazi artıkları, yıllarca beslendikleri devletin karanlık odalarından sokaklara salınmaktadır.
Batı medeniyeti ve Batı değerleri, gerçekte, emperyalist yağmacılığın cilalanarak halklara, dünya işçi sınıfına yutturulmuş ideolojik zehirleridir.
Bunları, bizdeki durumun, Saray Rejimi’nin ve uygulamalarının, “türünün tek örneği” olmadığını söylemek için yazıyoruz. Eğer Macron iktidarına “tek adam rejimi” demeyeceksek, bizde de mevcut devlet örgütlenmesini daha derinlemesine ele almamız gerekir.
İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen faşizm, tekellerin diktatörlüğü, aynı anlama gelmek üzere, tekeller için demokrasi idi. Ve bu devlet örgütlenmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, burjuva devletin yeniden örgütlenmiş hâli tarafından içselleştirilmiştir. Faşizmin tüm dişlileri, modern burjuva devlet tarafından içerilmiştir. Tekeller çağının olağan devleti, bugün tüm dünyada var olan tekelci polis devletidir. Bu devletin tekellerin devleti olduğu bilinirse, bu devletin bir iç savaş örgütü (bu nedenle “polis” kavramı kullanılıyor) olduğu bilinirse, buna burjuva devlet, aynı anlama gelmek üzere burjuva demokrasisi denmesinde bilimsel anlamda bir sakınca olmaz. Zira her demokrasi, aslında bir sınıfın diktatörlüğüdür.
Ülkemizde, Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Tüm ipsiz sapsız serseri takımının rejimin trolleri, rejimin paramiliter güçleri olarak örgütlenmesi açık ve ortadadır. SADAT, bu açıdan anılması gereken bir örgütlenmedir. Ve elbette bizim ülkemizde devletin örgütlenmesi denildi mi, NATO mutlaka hesaba katılmak zorundadır. Sömürge bir ülkeyiz ve bu sömürgede devlet örgütlenmesi, hele ki bu olağanüstü koşullarda, “yasalar” etrafında gerçekleşmez. Elbette “yasalar” yaparlar ama bunlara uyma zorunluluğu, egemenler için yoktur.
Birçok duyarlı insan, Saray Rejimi’nin uygulamalarını eleştirirken, “hukuksuzluk” vurgusu yapmaktadır. Eksiktir, gerçekte ortada bir hukuk vardır, bu hukuk iç savaş hukukudur.
Şöyle denmektedir, “Türkiye Cumhuriyeti (TC) laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Tekerleme budur. Sanılıyor ki, bunu bir amentü gibi her gün tekrar edersek, sanki, gerçeklik hâline gelir. Mistik bir tutumdur ve elbette Anadolu ve Mezopotamya kültüründe, bu mistik düşüncenin kökleri de vardır. Ama dedik ya, gerçek somuttur.
Oysa TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır, demokratik değildir, sosyal yerine sadaka denmelidir ve iç savaş hukuku anlamında bir hukuk devleti olduğunun iddia edilmesi mümkün olabilir.
Hele ki Saray Rejimi, bir ABD NATO projesidir.
Saray Rejimi’ni şekillendiren, bu olağanüstü devlet örgütlenmesini ortaya çıkartan başlıca üç etken vardır: İlki, tarihsel sırası içinde, Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Bu süreç, TC devletini çözmeye başlamıştı. İkincisi, SSCB sonrası dönemde başlayan, Batılı emperyalist güçler arasındaki dünyanın yeniden paylaşımı savaşımıdır. Biz bu savaşı, hem bölgemizde süren savaşlar şeklinde hem de ülkemizde “egemen içindeki” savaşlarda görebiliyoruz. Çetelerin savaşları, ülkenin bir narkotik ülkeye çevrilmesi, bunun bir parçasıdır. TC devletinin her kurumunda, tarikatların içinde, hatta burjuva partilerin her birinin içinde bu emperyalist güçlerin uzantıları vardır. Tek bir AK Parti, tek bir CHP ya da tek bir Menzil tarikatı, tek bir Gülen Hareketi vb. yoktur; her birinin içinde bu güçler örgütlüdür. Bu güçler, başlıca, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve İsrail şeklinde sayılabilir. Ve dahası, birçokları için, kimin kimin adamı olduğu, günlük sohbet konusudur. Elbette bunlar, eskiden anti-komünist örgütlenme içinde birlikte hareket ederken, SSCB sonrasında, daha çok kendi çıkarlarını örgütlemek istemektedir. Ve üçüncüsü, Gezi Direnişi ile başlayan, ülkemizin her alanında etkisini gösteren direniş hareketidir. Bu üç etken, TC devletini çözmektedir. Bu durum, egemeni (uluslararası sermaye ve onların uzantıları olan ülkedeki tekeller, sermaye) olağanüstü devlet örgütlenmesi ile yanıt oluşturmaya itti. İşte Saray Rejimi budur.
Saray Rejimi, parlamentonun işlevsizleşmesi demektir. Bu tespit, mücadele araçlarını (üçüncü sorudaki) da etkilemektedir. Artık, bir sorunu çözmek için, kitlelerin parlamentoya yürümesi, Anıtkabir’e yürümesi vb. anlamsızdır, muhatap Saray’dır. Aynı şekilde, örnek olsun, Saray’ın soytarılarını muhatap almak, onların “sözleri” üzerinden ciddi politikalar ortaya koymaya yönelmek boş bir çabadır. Her sarayın soytarıları vardır. Bunları ancak deşifre etmek gereklidir.
Saray Rejimi, tüm burjuva partileri kapsar ve bu partiler, artık birer siyasal parti olmaktan, kelimenin burjuva anlamında da çıkmışlardır, çıkmaktadırlar. AK Parti için bir siyasal parti demek mümkün müdür? Ya da MHP bir siyasal parti midir? CHP de bu yoldadır. Ve tüm bu siyasi partiler, Saray Rejimi’nin içindedir, her birinin farklı rolleri vardır.
Saray Rejimi, seçim sistemini de göstermelik hâle getirmiştir. Seçimler, 2017 referandumu dâhil, 2015’ten bu yana, hilelidir. Bu tespiti yaptınız mı, artık sizin “seçilmiş iktidar” gibi vurgular yapmanız baştan aşağıya yanlıştır, ikiyüzlü tutumdur. Bu tutum, Saray Rejimi’ni meşrulaştırma politikalarına evet demek olur.
Derler ki, insan kendini kandırmak istediğinde, hiçbir şeyi görmez olur. Ta ki, büyük bir darbe ile sarsılana kadar. Bizzat Saray, “atı alan Üsküdar’ı geçti” dediğinde, bu sürece uyanamamış olanların, sert tokatlarla uyanması dışında yol kalmaz. Saray Rejimi’nden geriye, “demokratik parlamenter sistem”e ya da “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönmek mümkün değildir. Eğer işçi sınıfı, iktidarı yıkmak için harekete geçer de, olur da bunu başaramaz ve geri adım atmak zorunda kalırsa, belki o zaman, devrimin bir yan ürünü olarak reformlar olabilir.
Yoksa, Saray, Erdoğan’ın açılış törenleri ile her yeni Magna Carta ilan ettiğinde, “demokrasi gelir mi” diye isterik umutlara kapılmak, Saray’a karşı bir tutum değildir. TV kanallarına çıkıp, her seferinde bir nakarat olarak “TC demokratik, sosyal, laik bir hukuk devletidir” diye konuşmak, gerçekte sistemi desteklemektir.
Helâlleşme, yumuşama, normalleşme tiyatrolarının da amacı, devleti kurtarmak, kitleleri oyalamaktır.
Tüm bunlar, Saray’ın propagandacıları, daha doğrusu masalcılarıdır ve amaçları işçi sınıfının, kadınların, gençlerin mücadele yeteneğini, mücadele için biriktirdikleri enerjiyi yok etmek, emmektir.
Saray, mesela her yasayı çiğnediği durumda, “aaa, bu demokratik değil” demekle, Saray Rejimi’ne karşı mücadele edilemez. Mücadele etmenin yolları biliniyor.
Saray Rejimi, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Bu olağanüstü devlet örgütlenmesi, yarın, elbette Erdoğan’sız da sürdürülmeye çalışılacaktır.
Yerel seçimler ve sonrası
Saray Rejimi, tüm olağanüstü yöntemlerine, iç savaş uygulamalarına rağmen, ayakta durmakta zorlanmaktadır. Geniş halk kesimleri için Saray Rejimi, kabul edilemezdir. Halkın tepkilerinin sınırlılığına bakıp, Saray Rejimi’nin meşru olduğunu söylemek, yalancının karanlığına teslim olmak demektir. 2015’te seçimleri kaybetmelerinin üzerinden, neredeyse 9,5 yıl geçmiştir. Ve eğer ille de halkın oylarına bakılacaksa, oraya bakmak niye zor olsun? “Halk, Saray Rejimi’ni destekliyor” iddiası, anket firmaları ile beslenen “uzman”ların imal edilmiş görüşüdür. Doğru değildir. Eğer, kitlelerin tepkileri yetersiz sayılıyorsa, bu başka bir konudur.
Mayıs 2023’te yapılan seçimler, bir anlaşma ile organize edilmiştir. Bu anlaşma, NATO içindeki temel güçlerin, AB ve ABD’nin anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın iki temel ayağı vardır. Bunlardan biri, ekonomik alandadır. İkincisi ise savaş politikaları alanındadır.
Bu nedenle, Mayıs 2023 seçimlerinden bu yana, ekonomi ve dış politika alanında Saray Rejimi politikalarını görmek ya da bu iki alanda ciddi politikalar görmek mümkündür. Ciddi derken, elbette egemenler adına ciddi.
Ekonomik alan, bu anlaşma ile, uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Alacaklı uluslararası tekeller, ülke ekonomisine el koymuş ve Saray büyük ölçüde devre dışına bırakılmıştır. Saray’a kalan, yağmacılıktır ve bu da uluslararası tekellerin kontrolü altındadır. Ekonomi, Şimşek tarafından temsil edilir hâle gelmiştir ve Şimşek, bu uluslararası konsorsiyumun adamıdır, memurudur. Alacaklılar, alacaklarını almak için, tüm ekonomiyi kontrolü altına almıştır. Bu nedenle, CHP dâhil tüm partiler, bu ekonomik programı yöneten kadroları “liyakatli” ilan etmişlerdir.
Anlaşılacağı üzere, Saray Rejimi’ni eleştirirken, nasıl ki “hukuksuzluk” demek yetersiz ise, aynı şekilde “liyakatsiz kadrolar” diye eleştiriler getirmek de yetersiz, hattâ sistemi aklayan bir tutumdur. Hırsız, her zaman kendisine uygun kadrolar bulur, narkotikçiler kendileri için saf ve temiz, dürüst ve namuslu adamlar bulmazlar, yağmacılar doğa sevgisi ve toplum ihtiyaçları gibi konuları dert eden kadrolar ile çalışmazlar. Kaldı ki, hırsızlık nasıl tarif edilir? Mesela baklava çalan çocuk mu hırsızdır, yoksa ülkenin bütçesini çalan, talan eden mi? Yani, kavramların öyle sınıflardan, mücadeleden bağımsız, genel geçer anlamları var mıdır? Hele ki bugün.
Bu, Saray Rejimi’ni kavramamaktır. Saray Rejimi bir iç savaş yürütmektedir ve bu iç savaşta kavramlar anlam değiştirmektedir. Mesela terörist kimdir, devlet adına kurşun sıkan mı? Yoksa hakkını arayan emekçiler mi, kadınlar mı, Kürtler mi, gençler mi?
Ortada bir yer varmış gibi, ortaya geçmek ve teröristi tanımlarken “tarafsız” olmak, aslında her defasında ortaya çıktığı gibi, işçi ve emekçilerin mücadelesine mesafe koyma sonucunu doğurmaktadır. Oysa Saray, devlet, TC devleti, tüm kurumları ile bu konuda son derece nettir. Mesela Gezi Direnişi’ne katılanlar terörist ilan edilmektedir. Devletin her kademesinden “tarafsız olan bertaraf olur” naraları yükselmektedir.
Savaş politikaları ise, Saray Rejimi’ndeki ikinci değişikliği beraberinde getirmiştir. Bir “gizli” savaş kabinesi oluşturulmuştur. Ekonomi nasıl ki arka planda başkaları tarafından yönetiliyorsa, savaş politikaları da öyledir. Bu savaş kabinesi, NATO’ya bağlıdır.
TC devleti, son noktada savaş politikalarına başvurmuyor. Tersine, içeride ve dışarıda savaş politikaları Saray Rejimi’nin varlığı ile özdeşleşmiştir. Başka türlü var olamaz. Demek ki “barış” savunucusu, “çevre” savunucusu olmak demek, Saray Rejimi’ne karşı mücadele etmek demektir. Bunu bilinçle yapmak tercih edilmelidir.
TC devleti, ABD ve NATO’nun tetikçisidir. Ve bu konuda tüm partiler de aynı yerdedir. Yani, hepsinin ortak ama bu amaca uygun farklı görevleri vardır. Bu savaş kabinesi anlaşılmadan, Kürt direnişine karşı yürütülen savaş ile İsrail’in desteklenmesi, birlikte anlaşılamaz.
Demek ki 2023 seçimleri, Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi için yeni adımlar atılması demektir.
Bu konuda yapılan anlaşma, yerel seçimleri de kapsamaktadır.
Yerel seçimlerde başarılı sonuç elde eden CHP’li belediyeler, içeride halkın artan öfkesini yönetmek için, krizin artan etkilerinin sokağa yansımasını önlemek için Saray Rejimi’nin “sadaka” politikalarını yürütmeyi üstlenmektedir. İstenen budur.
Buradan, tüm CHP’li belediyelerin bunu rıza ile kabul ettiği sonucu çıkmasın. Planlanan budur.
Elbette, buradan hareketle, yerel seçimlerde iktidarın kayıplarını küçümseme eğilimine girmiyoruz. Bu kayıp gizlenemez noktadadır ve bu nedenle, CHP dışına taşan bir sonucun oluşumunu önlemek, devletin politikalarından da biridir.
Deniliyor ki, belediyelerin AK Parti ve MHP’den uzaklaşması, iktidarı dengelemektedir. Bu yorum, genelde devleti ve özelde de Saray Rejimi’ni anlamamak demektir. İktidar böyle dengelenemez. Buradan “denge ve denetleme” mekanizmaları çıkmaz. Bu, burjuva anlamda da doğru değildir. Yargı sistemi, tümü ile kolluk kuvvetlerinin uzantısı hâline gelmiştir. Parlamento yok gibidir ve bu durumda “denge ve denetleme”den nasıl söz edilebilir? Kürt illerinde başlayan kayyum politikaları, aslında işin niteliğini göstermektedir. Eğer, meseleyi ele alırken, savaş politikalarını unutursak, hatalı sonuçlara ulaşırız.
Belediyeler, Kürtlerin olanlar hariç, CHP’li belediyeler, “demokrasi güçlerinin birliğine olan ihtiyaç açısından” özel bir olanak yaratmış değildir. Ancak yerel seçim sonuçları, insanlarda olumlu bir etki yaratmıştır. Bu olumlu etki abartılmamalıdır. Çünkü mücadele açısından bu belediyelerin ortaya koyacağı pratik, sonuçları önceden belli bir pratik değildir. Ancak, örgütlü mücadele ile zorlanabilecek olanaklar söz konusu olabilir.
Seçimin en önemli yönü, geniş kitlelerin daha örgütlü tutum almaya yönelmeleridir. Bu, istenen noktadan çok uzaktır ama yine de bir kazanımdır. Şimdi, bu örgütlü tutum var olursa, sürdürülebilirse, bir olanak ortaya çıkabilir. Bunun için, belediyelerin mahalle meclisleri ile ya da başka örgütlenmelerle sıkıştırılması gereklidir. Örnek olsun, belediyeler eli ile “sadaka politikası” yerine, dayanışma örgütlenmelidir.
Halkta var olan “değişim isteği” enerji kazanmıştır. Bu nedenle, CHP özellikle “erken seçim” çağrısı yapmayarak, bu sürecin önüne engel koymaya çalışmaktadır. İstenen şudur: gelecek seçimlere kadar sabır. Bu ise, “evde kal”, “provokasyona gelme”, “sokağa çıkma” politikalarının yeni versiyonudur. Zira “evde kal” politikaları eskimiştir. Kılıçdaroğlu politikaları artık eskimiştir. Solun, bu politikaların ardına takılmış olması, büyük bir hatadır. Saray’dan gelen baskı ve şiddet, yani devlet terörü, yine Saray bileşeni olan diğer burjuva partiler tarafından, “sakın şu sınırı aşmayın” telkinleri ile pekiştirilmek istenmektedir.
“Bir oy bana, bir oy Kılıçdaroğlu’na” politikasının nereye vardığını biliyoruz. Şimdi, karşımıza iktidara karşı CHP’li belediyelere bağlan politikası çıkarılmaktadır.
Bu açıdan, tüm zamanlarda egemenin kullandığı “vatan millet” politikaları, şimdi, “ulusal çıkar”, “ülkenin çıkarları” gibi kavramlarla yer değiştirmektedir. Saray Rejimi’ne olan tepki, mevcut sistemde yaşamama isteği, kitlelerin CHP’ye yönlendirilmesi ile etkisiz kılınmak istenmektedir.
Ulusal sol, elbette, kökü ta Birinci Dünya Savaşı dönemine uzanan, savaşta egemeni destekleme politikasıdır. Hatırlanacaktır, Hitler, “nasyonal sosyalist” adını kullanmaktaydı. Burjuvazi bir avuçtur (ülkemizde 60.787 dolar milyoneri vardır) ve kendi sınıfsal çıkarlarını topluma “ulusal çıkar” olarak kabul ettirmek ister. Burjuva devletin, her dönem ana politikası budur. İşçi sınıfının mücadelesi ise, özü gereği, enternasyonalisttir.
Farklı mücadele alanları ve ittifaklar ve mücadele
Burada sanırım, ikinci soruya geçilebilir.
Farklı mücadele alanları denildiğinde, aklımıza, çevre için direnişler, kadın direnişleri, öğrenci direnişleri, işçi direnişleri, çeşitli haklar için direnişler, barış direnişleri vb. gelmektedir.
Saray Rejimi’nin “rant, yağma ve savaş ekonomisi”, doğanın, toplumun, sermaye tarafından yağmalanması da demektir. Savaş politikaları da içinde olmalıdır. Bu durum, eşi benzeri görülmemiş bir yağmalama ortaya çıkarmıştır. İnsanların yaşam alanları yağmalanmaktadır. Şehir denilen şeyin anlamı değiştirilmiş ve rant ile özdeşleştirilmiştir. İnsan, boyun eğen bir varlığa, köleye çevrilmek istenmektedir. Bu, küresel sermayenin saldırılarında da vardır. Yani, tüm kapitalist dünya, bu politikalara sarılmıştır. Sermaye egemenliğine de uygundur.
Ve elbette ki tüm bu politikalar, birçok alanda da direnişleri ortaya çıkartmıştır.
Ancak, bu direnişler neye, kime karşıdır? Genelde bunlar sermayeye, sermayenin egemenliğine, tekelci hâkimiyete, hâkimiyet ilişkilerine karşı direnişlerdir. Ve bu direnişler, özü gereği, işçi sınıfının savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşımının içindedir.
Ancak, dünya çapında SSCB’nin çözülmesi ile başlayan süreç, işçi sınıfının mücadelesini geri çekmiştir. İşçi sınıfı, devrimci mücadeleden geri durmuştur. İşçi sınıfının tüm örgütleri dağıtılmıştır. Böyle olunca, tüm bu mücadelelerin, genel olarak işçi sınıfının devrimci mücadelesi ile bağı da gölgede kalmıştır.
Bu durum, sol harekette, işçi sınıfının devrimciliği konusunda şüpheler oluşturmuştur. Bu, bilinç kaymasıdır.
Örnek olsun, İsrail’de, Eylül 2024’ün başında, savaşa karşı bir genel grev ilan edilmiştir. İsrail egemenleri, hemen bu grevi yasaklamıştır. Çünkü bu grev, gerçekte, başarılı olursa, büyük sonuçlara gebe olabilirdi, hâlâ da olabilir. Görülüyor ki genel grev, “salt ekonomik” mücadele sürdürmeyi hedefleyenlerin aksine, siyasal mücadele olarak da ortaya çıkabilmektedir. Ve bu açıdan, son derece anlamlıdır.
Diyelim ki ülkemizde, Saray’ın İsrail’e verdiği askerî, ticari desteği eleştirenler, mesela limanlarda, mesela İsrail’e mal yetiştirmek için fazla mesai yapan fabrikalarda bir genel grevin nelere yol açabileceğini düşünmelidirler. Bu durum, elbette Filistin’i destekleyen gösterilerdeki aktivistlerin çabalarını küçümsemek anlamına gelmez. Ama iktidara seslenip, “İsrail’e yardımları kes” demekten çok daha ileri ve etkili sonuçlar yaratacağını düşünmek zor olmasa gerek.
Yaşamı üreten işçilerdir. İşçilerin gerçek gücü de bu üretimden gelmektedir. İşçi sınıfı, bu üretimden gelen gücünü kullanmaktan geri durduğu sürece, bir hiçtir.
Buradan, farklı mücadele alanlarında oluşacak, oluşan ittifakların önemsiz olduğu sonucu çıkmaz. Tersine, bu ittifakların, aslında nereye yönelmesi gerektiği konusunda bize yol gösterir.
Biz, devrimci sosyalistler, elbette sisteme karşı her direniş önemseriz. Bizi eğitecek, bizi birleştirecek olan, bu mücadeledir. Ama bu konuda ittifak politikalarını doğru tespit etmemiz gerekir.
Biz, bu nedenle, Birleşik Ermek Cephesi’ni (BEC) öneriyoruz.
Gerçekte, seçim politikalarını aşan, seçim ittifaklarını aşan bir mücadele ittifakı, bir mücadele cephesi oluşturmak, ancak doğru ve bilimsel bir yol tutmakla mümkündür. BEC, hem doğru olandır, hem de bilimsel olandır.
Saray Rejimi seçimle gelmemiştir, seçimle gitmez.
Saray Rejimi, direnişle gidecektir.
Bu nedenle, en başından, uzun soluklu bir ittifak ve mücadele perspektifine sahip olmak gerekir.
Bu satırlar yazılırken, Hopa’da, çevre katliamına karşı, rant ve yağmaya karşı direnenlere silahlı saldırılar gerçekleştirildi. İşte Saray Rejimi budur. İşte iç savaş hukuku budur. Ve görüldüğü gibi en sıradan bir hakkın talep edilmesi için eyleme geçenler, istesinler istemesinler, siyasal mücadeleye “merhaba” demek zorunda kalmaktadırlar. Bunu bilinçle yapmak tercih edilmelidir. Yoksa neyi tartışacağız?
Siz, yanlış anlaşılmasın, daha şiddetli bir tepkinin gelmeyeceği bir mücadele alanında eyleme geçmiş olmayı seçmek isteyebilirsiniz. Ama hayvan katliamına karşı da eyleme geçseniz, çevre için de eyleme geçseniz, iş ve aş için harekete geçmiş olsanız bile, karşınıza tüm güçleri ile Saray Rejimi çıkmaktadır. Egemen, devlet, siz daha “yumuşak” ve daha “uzlaşmacı” bir tutum alıyorsunuz diye size “baba” şefkati göstermeyecektir. Kaldı ki, TC devletinin “baba şefkati”ni her dönem biliriz. Ne tuhaf, anne şefkati yerine baba şefkatini koyuyorlar. İşçiler işten atıldıkları için direnişe geçtiklerinde, karşılarında mahkemeleri, kolluk kuvvetleri, basını ile tüm devlet makinasını bulmaktadırlar. İşçilerin eylemi de kendi yaşamlarını korumak içindir, haklarını savunmak içindir. Çevreciler, en doğal hakları olarak kendi yaşam alanlarını savunmaktadırlar. Kürt halkı, kendi yaşam hakkını savunmaktadır. Bu haklı istemler, karşılarında devlet terörünü bulmaktadır. Devlet terörü, bazan doğrudan bizzat devlet güçlerinden, bazan da paramiliter sivil örgütlenmelerden gelmektedir. Bu, durumu değiştirmez. Hopa’da kurşun sıkan el, gerçekte, bizzat devletin kendisidir. Bu konuda kendini kandıran bir “aydın” tutumu, son derece ucuz bir tutumdur.
Demek ki mesele, tüm direniş hattının, BEC içinde bir araya gelmesini, daha örgütlü bir mücadelenin geliştirilmesini sağlamaktadır. Demek ki, çevre, hayvan hakları, insan hakları, kimlikler vb. üzerinden süren mücadeleler, işçi sınıfının sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesi ile bağlıdırlar.
Kapitalizm, bugün, gezegeni ve insanlığı yok etmektedir. Hangi alanda olursa olsun direnişler, toplumsal kurtuluşu, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya hayalini bir kenara iterek, kapitalizm içinde bir iyileşmeyi hedefleyemez. Elbette hedefler de, buradan bir sonuç elde edilemez.
Anlaşılacağı gibi, burada üçüncü soruya da geçmiş oluyoruz.
Şimdi, CHP eli ile, bazı “uzmanlar” eli ile, bize, tüm topluma, “gelecek seçimlere kadar sabır” hedefi empoze edilmek isteniyor. Bu, aslında mücadele etmekten vazgeçin demenin “uygar”, aynı anlama gelmek üzere hileli yoludur.
Bugün, ülkemizdeki toplumsal muhalefetin hedefi, Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesidir. Bunun önünde başka bir hedef de yoktur. Bunun seçimle olmayacağı biliniyor. Önümüzde ekonomik krizin daha da ağır hissedileceği bir süreç var. Biz, devrimciler, bu süreçte, işçi sınıfına, direnenlere, gerçeğin bir yönünü söylemekle yetinemeyiz.
Biliniyor, gerçeğin sadece bir yönünü söylemekle yetinmek de yalan söylemektir. Saray Rejimi, bugünkü iktidar kötüdür demek yeterli değildir. İstiyorlarsa, güçleri yetiyorsa, solcu olarak görünüp de Saray Rejimi’ni övsünler. Bunu yapamazlar. Bu koşullar altında, Saray Rejimi’ni yıkmanın acil bir görev olduğunu ortaya koymak gerekir.
Bu elbette BEC’in örgütlenmesini gerektirir.
Sisteme karşı mücadele, işçi sınıfının devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkmasını, ayağa kalkmasını gerektirir. Bu nedenle, ittifak politikalarının bu gerçeği yansıtması gereklidir. Bu açıdan, Birleşik Emek Cephesi demekten çekinmemek gerekir. Bu elbette, aydınların, sistemle derdi olan herkesin içinde yer alacağı bir mücadele cephesidir. Birleşik emek cephesi, sadece işçilerin derdi olamaz. Eğer siyasal ve ekonomik mücadele arasında mesafenin azaldığı tespitine katılıyorsak, bunun siyasal bir cephe olduğu açıktır.
Siyasal mücadele, ekonomik çıkarların yoğunlaşmış hâlidir. Bu nedenle, siyasal ve ekonomik (hattâ ekonomik ve demokratik) mücadele arasına bir duvar örme girişimi, burjuva devletin “siyasetten uzak durun, orası bize ait” söyleminin devamıdır. Siyaset, politika, burjuva parlamentoda, burjuva devlet içinde dönen dolaplar, hileler demek değildir. Bu, egemenin siyaset yapma tarzıdır.
Uzun soluklu bir mücadele gereklidir.
Elbette bunun öncesinde, bununla birlikte, bundan ayrı, birçok ittifak olabilir, olacaktır da. Ama bu durum, BEC’i gereksiz kılmaz.
Bugün, isterseniz sadece sendikal alanda, isterseniz sadece sağlık alanında, isterseniz sadece hukuksal alanda, isterseniz sadece çevre alanında mücadele edin, attığınız her adım, mücadeleniz, hızla siyasallaşacaktır. Örnek olsun, kadınların direnişlerindeki “kadın cinayetleri politiktir” sözü son derece doğrudur.
Bu nedenle, siyasal mücadeleyi arka plana atmak, doğru bir taktik değildir. Elbette her alanda, demokratik ve ekonomik mücadele sürecektir. Ama Saray Rejimi koşulları, kapitalizmin bugünkü durumunda, bu mücadeleleri, egemen, sadece kendi alanlarında izole etmekte başarılıdır.
Direniş alanı ne olursa olsun, daha örgütlü bir direnişe evrilmeyi, direnişi yaymayı, aynı anda hedeflemek gerekir.
Bu açıdan dayanışma eylemleri de büyük öneme sahip olacaktır. Direnişlerdeki yalnızlığı aşmanın yolu da buradan geçmektedir. Bu açıdan, örgütlülük daha da belirleyicidir.
Elbette her alanda, her düzeyde örgütlenme gereklidir ve ortaya çıkan örgütlenmelere, ilke olarak olumlu bakmak, onları geliştirmek gerekir. Ancak aynı zamanda, BEC ile, tüm bu örgütlenmelere merkezî bir destek sağlamak mümkündür.
Evet, artık, süreci samimi olarak takip eden herkes için, “seçim ittifakları” ile sınırlı bir ittifak politikasının yetersiz olduğu açıktır. Bunu sanırım, herkes değilse de buradaki herkes kabul edecek durumdadır. Günü gelir, elbette bir olayda, mesela bir seçimde, mesela kayyum politikalarına, mesela çevre yağmasına vb. karşı ortak tutumlar da alınır, alınıyor. Ama, seçim ittifaklarını aşan bir ittifak politikası, neye dayanacağını, temel dayanak noktalarını ortaya koyması gerekir. Bu açıdan BEC, işçi sınıfının direnişini temel alır. Egemen sınıfın egemenliğini yıkacak güç, işçi sınıfıdır.
Elbette, bu arada her siyasal özne, kendi örgütlenme rotasını sürdürür. Bu hiçbir şey için bir engel değildir.
Bu mücadelenin araçları, taktikleri, mücadelenin gelişimi içinde ele alınabilir. Ama ilke olarak hiçbir araç reddedilemez. Bu uzun soluklu bir mücadeledir ve doğrusu, mücadelenin her ânında, somut durumun somut analizi yol göstericidir. Gerçek somut olduğuna göre. Bu mücadele çok yönlü bir mücadeledir. Mücadelenin, ekonomik, demokratik, siyasal, ideolojik yönleri vardır ve tüm bu alanlarda mücadele bir bütün olarak ele alınmak zorundadır.
İzninizle, önümüzde, son derece zorlu, bir o kadar da yaratıcı bir mücadele süreci durmaktadır. Sanıyorum, herkesin, sisteme karşı mücadele etmek isteyen herkesin, bu alanda yapacağı çok şey vardır.
Mücadelenin zorlu olması, daha gerçekçi hedefler koyma adına, mücadelenin hedefini saptırmak için bir bahane olamaz. Yaşamanın bile bu denli zorlu bir iş hâline geldiği bu topraklarda, kolay kurtuluş, kolay bir zafer mümkün değildir. Gerçekçi olma zamanıdır.
Kategoriler: Birlik Tartışmaları